29 Mart 2009 Pazar

AŞK... SEN MİSİN ?

Karlı bir gün... Adam kışı kucaklamaya çıkmış sokakta yürüyor. "Aslında kış bahane" diyor içinden. "Belki belki o da çıkar kara.Ve kartopunu değil birbirimizi kucaklarız!Soğuğa karşın sıcacık..."



Parkın içinden geçiyor kadın.Çocuklar,oynaşan köpekler,sesler..."Soğuğa karşın sıcacık bir an"diyor,parkın bir köşesinden adamı izlemeyi sürdürürken.


Çocuk kahkahaları her mevsime ne güzel yaraşıyor diye düşünüyor adam aralarına karışırken. Kocaman bir kartopu yapmaya başlıyorlar kardan adam için. Minicik ellerle beraber gömülüyor kara adamın elleri.Avuçlarını sızlatan karın soğukluğu,yüreğini sızlatan kadının sıcacık gülüşü...



Karlar içindeki adamı izliyor kadın,yüzünde karın beyazlığına öykünen apaydın bir gülüş. "Aşk..." diye sesleniyor sanki. "Sen seçersen onu,suretini sarmalayıp AŞK olmasına SEN olmasına izin verirsen; sol yanımda çırpınıp duran şu yusufçuklar havalanacak göğe!"




Adam şimdi kardan adamın heybetine bakıyor oyun arkadaşlarıyla birlikte.İçinde yavaş yavaş yükselen bir ses yankılanıyor: "Anla artık!Susuzluk,suyu hayal etmekle giderilmez!"




Yankının içinden diline düştüğünün de,az önceki gülümseyen suratının değiştiğinin de,çocukların bu büyük oyun arkadaşlarının sözüne omuz silkip başka bir oyuna kaçıştıklarının da farkında değil.




Banka ilerleyip oturuyor.Gün batımının alacası gözlerine düşerken yumuşuyor yüzü. "Neden?Neden benden uzağa düşüyor adımların?" diye soruyor kendi kendine. Susuzluğunun doyumsuz hırçınlığı ve kırılganlığıyla tekrar tekrar.




Adamın dalgın halini izleyen kadın, fısıldayışını duymuşçasına cevabını tekrar ediyor. "Suyun hayaliyle susuz kalmak değil kanmadan kana kana içmek istedim ben. Aşka sadık bir aşığım yalnızca,anla beni"




Gözbebeklerinde renk cümbüşü yaratan güneşe dalmış adam, "Bakışın..." diye fısıldıyor. "Bakışın sanki şimdi üzerimdeymişçesine sıcakken, sözlerin neden bu kadar efsunlu? Bir anlayabilsem seni..."




Gün batıyor,gece lacilerini çekiyor göğe. Şimdi upuzun sessizlikte kelimelerin de, ruhların da şekilden şekile girdiği saatleri gösteriyor akreple yelkovan.



Adam ayaz kış gecesinde içinde kıpırdanan sıcacık iklime sarılıp doğruluyor banktan. Heybetli kardan adamına bir bakış fırlatıyor. "Halime gülüyor kendince hınzır." diye mırıldanırken; kadının göz hapsine düştüğünü farkediyor. Şaşkın yüzü, ayaza inat içinin yangınıyla bakıyor uzun uzun kadının yüzüne.



Dudağının köşesinde bir gülümseyiş, uzun uzun adama bakıyor kadın. Nice sonra,
"İyi geceler "'in sonuna bir öpücük iliştirip bırakıyor rüzgarın koynuna.



"Umarım rüzgar oynamaz benimle!" diye iç geçiriyor adam. Ya uçup giderse bu öpüş...


Kaç adım var aralarında?



Adımlar mı aceleci, yoksa yüreğin ritmimi?


İşte tam karşısında duruyor kadının!



İşte tam karşısında duruyor adamın!


"AŞK...Sen misin?" diyorlar adam ve kadın bir ağız.




Yüzlerinde karın beyazlığına öykünen apaydın bir gülüş. Rüzgar oyunbozanlık yapmıyor kadının saçlarını uçuştururken. Soluksuz bir öpüş hedefini şaşırmıyor bu kez...



21.11.2008








**Hikayedeki gibi “AŞK”’ın hiçbir isme, kişiye atfedilmemiş yalın halinin varlığına inanmak Don Kişotluk yapmak belki de. Ancak ne olursa olsun kahramanca bir iş, AŞKA AŞIK olmak! Tüm kahramanlara itafen...

28 Mart 2009 Cumartesi

Bir Ömürlük Mevsim


Kaç mevsim geçti; sol yanıma sen düşeli sevdiğim?...

Ben en çok, ellerim ellerinin arasında karşıladığımız mevsimleri sevdim. Aynı şehirde beraber ıslandığımız yağmurları sakladım gözbebeklerimde. Sensiz şehrimde yağan yağmurla firar ettiler.

İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Bir bir geçiyor mevsimler.

İlkbaharda yeşille raks eden kaç ağaç başımızı döndürdü? Yaz sıcağında kaçı gölge etti de bize; biz seyre daldık güneşin koynunda gizlediğimiz düşlerimizi.

Kaç sonbaharda kucak dolusu kuru yaprak topladık? Sonbahar koktu ellerimiz, odamız. Kuru yaprağın çatlamış dudakları, kaç dizemi fısıldadı sana süpriz diye gülümseyerek? Ve karşılığında gülüşünü çalarak dudaklarından.

Akça pakça kışlar tükettik. Nefesin yanıbaşımdayken ürpermezdim hiç. Gözümü takvimlere mıhlayıp; mevsimleri,ayları,günleri,saatleri çentik çentik işlemeye başlayalı beri kışlar ayaza kesti.

Bugün 3 Şubat Salı 2009 saat:00:54.

Kaç mevsim geçti; sol yanıma sen düşeli sevdiğim?

Ne ilkbahar, ne yaz, ne sonbahar, ne kış!

Sonbahar kokulu yaprakların arasına gizlenmiş ilkbahar yeşili aklımı çelen. Ona tutunuyorum sevdiğim.


Gözüm yolda beklediğim tek bir mevsim var artık; adı: VUSLAT…



Karanlığın içinde bir tek kalbimin pırpır edişini duyar ilerlerim; o koyu karanlığın beni çağıran sesine. Karanlığın tam ortasında bir ışık hüzmesi düşer üzerime, gözlerime...
Yüreğime düşer ışık! İçimde bir cümle uğuldanır:


"VEE PERDEE!"

Bazen kendimden bile sakladığım bir sır gibi, evimde olmanın coşkusu vardır içimde. Her defasında bir başka BEN dolaşır ışığın içinde. Dans eder ruhum. Ve yavaş yavaş sönerken ışık; içimde koşuşur durur muzur çocuk!

Tekrar karanlığın tam içindeyken, sesler sarıverir heryanı.
O an bir insan elinin çıkarabileceği en güzel ses gibi gelir alkış sesleri. Kimseler farketmese de yüreğin gibi al al olur yüzün. O gece, alkışları ve yüreğine düşen ışığı yorgan yapıverir üstüne öyle uyursun.

Şimdi uzun soluklu bir perde arasında gibiyim.


Yüreğime düşen ışığı düşlüyorum.

Sahneyi düşlüyorum, emek kokan yorgun geceleri düşlüyorum.

“İki direk arası bir hevesi”düşlüyorum...



Uyku tutmuyor!













...?




Hangi öykünün ardına saklanıyordu kadın?


Yaşamın hangi rengini anlatırdı gözleri?


Kimin hıncını alıyordu adam hayattan?



Tutkuyu mu,nefreti mi, sevdayı mı, yalanı mı anlatıyordu gözleri?


Çoktan seçmeli bir hayatın hangi şıkkıydı adam için kadın?



Ya kadın için adam?



Hangi mevsimi yaşardı kadın,adamın yüreğinde ?



Kadının gözlerindeki güze mi sevdalıydı adam ?



Cevapsız soruları ceplerinde yürüyordu bir kadın.



Yanında hayatının sorusu bir adam.



Cevapsız soruları koynunda yürüyordu bir adam.



Yanında güz kokulu bir kadın.




Yürüyorlardı...



Bir kadın...



Bir adam ...



Ve arada uzayıp giden soru işaretleri ...

24 Mart 2009 Salı

Veda

Durduğunu sandığımız zaman
öldüresiye akıp gidiyor.


Çiçekler kurumuş
Fotoğraflar solgun...


Her “merhaba”’nın
“hoşçakal” 'a dönüştüğü an;
suskunluğu bozma vakti.


Yağmura karışıp terkediyoruz;
tüm “biz”’li cümleleri.


“Ben”’in yalnızlığına sığınıyoruz.


Biz...


Yani sen ve ben!


Rehnedilmiş bir aşkın kokusu avuçlarımızda
Ayrılığı kucaklıyoruz.


Artık biz...


Yani;


Sen


Ve


Ben


bir ömür hüzün kokuyoruz.






Başkent





Yine veda vaktidir şehir.


Yine gitmektir bize düşen.


İki şehir arası
Gelgit bir yürek sinemizde


Ve bavullarda özlem.


Yollara düşme vakti şimdi.


Bırakırken arkada bir kenti,
Söylenecek tek söz:


Tüm dillerde bütün “hoşçakal”’lar
Sana armağanımdır Ankara!


İhtimalsizliklerimin başşehri...

Fondip



Bir kadeh buzlu rakı gibi
duruyor karşımda!


Anason kokusu....
ve düşler mezelere yandaş!



Sizi bilmem ama;
beni çarpıyor.
İster fondip, ister bir yudum hayat!...


Velakin...
Serserilik bu ya,
çakırkeyif yüreğim
fondip der inadına.


Heyhat!




yağmur...




İçimde tuhaf bir soru dönüp duruyor: Kendine susar mı insan?


Susar ya!

Büyürken adım adım uzaklaşırken kendinden; susarsın kendine delicesine hem de!


İçimde debelenip duruyorken beni oynayan figürana bakıyorum.


Küçükken “büyüyüp koca adam olmak” istemez miydik? Öyle ya büyüyünce özgür olacaktık ya,güçlü olacaktık ya,kafamızı bozana haddini bildirecektik ya...


Kendimize ne güzel bir masal yazmışız. Büyümek çözmüyormuş

hiçbirşeyi. Sorunlar küçücük kalmıyormuş bizim“büyüklüğümüz” karşısında!


Büyüyorum şimdi. Sorunlar devleşiyor sanki, ben unufak kalıyorum.


Susuyorum kendime delicesine hem de!


Ve şimdi...


Kendime susayan yanlarıma yağıyor yağmur! İnce ince... Usul usul...


Damlalar susuzluğumu ve suskunluğumu alsın istiyorum.


Kana kana “ben olmak” istiyorum!

KARDAN KALBİM





Kış kadar ayaza kesmişti kalbim,
adını yazana kadar üzerine.
Nasıl da ısıtıyordu içimi kardan kalbim kışa inat!


Kış mı çabuk geçti?
Senin adımların mı hızlıydı kalbimden geçerken?...

Eski bir fotografta
bir buruk gülüş lekesi gibi kalmış
adının baş harfi.


Ve ben;
bir kıştan diğerine yol alan
bir seyyahım şimdi.

Kimbilir?
Belki yine böyle bir kış,
bir başka aşkın kapısında olacak bu seyyah yürek!

Geçecek,
A'dan Z 'ye yaşanacak
giriş kapısı açık bir aşkın eşiğini...

Yine gel...



Dışarıda belli belirsiz bir ses... Penceremi tıklatıp kaçıyor davetsiz misafirim.

En çok da bu ansızın gelişlerini sevdim onun.

Hiç beklemediğim anda kimselere aldırmadan gelişlerini.

En çok bu özgür gezgin ruhunu sevdim onun.

Koşar adım fırlıyorum sokağa. Kucaklaşıyoruz. Sarıp sarmalasına izin veriyorum beni. Sarmaş dolaş yürüyoruz yol boyu.

Yanımızdan bir kaç aceleci adım geçiyor. Birkaç ısrarcı “Şemsiye 1 lira abla” çığırtkanlığına gülüp geçiyoruz birlikte.

Gezginimin yol öykülerini dinliyorum. Şehir efsaneleri ve isimsiz kahraman hikayeleri...

Zamanın hükmünün geçmediği bu yol arkadaşlığında kendi hikayemin kahramanlarını anlatıyorum ona. İçtenlikle dinliyor beni. Heybelerimizi bir bir boşaltıyoruz.
Sözcüklerimiz, kahramanlarımız, öykülerimiz birbirine karışıyor.

Ansızın gelip şehrimi ve beni arındıran dostumu, veda vakti geldiğinde içim huzur dolu uğurluyorum.

Ardından “yine gel” diye sesleniyorum gülümseyerek.

Üzerimde onun hediyesi mis kokulu bahar yağmuru damlalarından bir entari.


22 Mart 2009 Cumartesi

Uzun ince yol çizgileri...



(Yıllanmış gözleriyle süzer odasını. Derin bir ah çeker)



Ne ara kopup gitmiş bunca takvim yaprağı? Kaç göz açıp kapamada yanık tenli yazlar, akpak gelinlikli kışlar tüketmişim?...


(Doğrulup yerinden bastığı yeri incitmekten korkar gibi ürkek adımlarla pencerenin önüne yürür.)



Kaç gündoğumuna göz açtım? Kaç geceyi ağırladım sinemin baş köşesinde. Yıldızlı, yıldızsız...



(Pencere camındaki akisine bakar )



Yüzümde uzun ince yol çizgileri... Anılarımın sözsüz öyküleri...En coşkulu gülüşlerimin,en içli ağlayışlarımın, apansız şaşkınlıkların, keskin öfkelerin nakışları...



Zaman akreple yelkovan yarışıydı azizim. Zaman saat tıkırtısıydı. Ne vakit dipsiz bir kuyuya döndü? O dipsiz kuyu, ben yuvarlanan çakıl taşı.





Başını kaldırıp karşı duvara bakar.Usulca yürüyerek gelir duvarın önüne. Kendinden nakışlı ellerini gezindirir önce duvarda.Sanki dokunuşuyla o hale gelmiş gibi gelir duvar.Her bir çatlağı yaz sıcağında dudakları çatlamış kavruk tenli bir yumurcağı sever gibi okşar.

Nice sonra asılı duran anahtarı alır eline.Dolaptan özenle çıkardığı sandığının kilidini kavrar sıkıca.Ve uzun soluklu bir hasret sonrası kavuşan iki sevgili gibi buluşturur anahtarla kilidi.

Açılır sandık. Hazinesine daldırır ellerini. Bir mavi misket çıkarır elleri. Sonra o uzun ince yol çizgilerinin vesikalı tanıkları fotoğrafları...

Gözleri ışıl ışıl kucaklaşır ömrüyle!
Kuyusundan firar etmiş çakıltaşı; yakalar pusuda bekleyen akreple yelkovanı.

Paslı anahtarın sırtındaki koca bir ömrün yükü, mıh gibi asılı durduğu yerden çıkar. Gezinir odanın her köşesinde ve yüreğinde. Tazelenir sanki; kendi de hanesi de.


Derin bir oh çeker bu sefer.

Daha fırça eli değmemiş tertemiz tual gibi elleri, gezinir yeni boyalı duvarının üzerinde...



14 Mart 2009 Cumartesi

1 Mart 2009 Pazar

Monolog...


Aslında yazılacak çok şey var .

Belki de hiç yok!


Aslında ben varım buradayım ama;

belki de ben değilim aynadaki surat.



Ruhum geziniyor bilmediğim diyarların boş sokaklarında.



Ben hep bir çocuktum.

Çocuk olarak kalacağım.


Ya da çoktan büyüdüm.

Unuttum geçmişi.



Kimbilir?

Perdenin kapanmasına,oyunun bitmesine ne kadar zaman kaldı?



Belki de zaman, beynimde yankılanan saat tiktakları!

Ya da bize yaşamı kucaklamayı öğreten bir dost.



Güneşin doğuşu ile batışı arasında sıkıştım belki de.

Kaçacak yer yok!


Karanlığa lanet okumak kolay aydınlık içinde.

Ya onunla yüzleşmek?



Belki de;

en büyük korkum kendimim.

İçimde çığlıklar atan ben!



Belki de koskoca bir yalanı yaşıyoruz.

Kim seçti doğruları,yanlışları?

Benim gerçeklerim,kimin yalanları?



Peki nerde ruhumun diğer yarısı?

Ben nerdeyim?


Satır aralarındaki bir virgüllük nefes miyim?


Yoksa hayatın ezelden ahire tam metni miyim?



Geçmişimin ve geleceğimin senaristi kim?

Ben başrol oyuncusu muyum?

Yoksa bir figüran mı?



Varlığım ya da yokluğum umurunda mı dünyanın?

Benim sonum mu kıyamet denen şey?



Peki ya bunca soru ve diğerlerinin cevabı kimde saklı?



Hiç üşenmesem,

çıkıp öğrenebilir miyim yedi kat yukarı?



Yoksa aradıklarım içimde bir yerlerde de;

benim mi gözlerim kapalı?



27 Mayıs 1999 Perşembe